21 Nisan 2012 Cumartesi

Merhaba.

Olgunlaşmak adına kendimden beklediğim bazı şeyler var. Bunlardan bir tanesi, önyargılı olmamak ve herkese ilk etapta bir şans vermek.
Kafamda tiplemeler oluşturmuşum kaç zamandır. Beni üzen herkesin, birer örnek olduğunu düşünüp; kendimi korumak için o tipte insanlardan uzak durmaya programlamışım kendimi. Gerçi lazım aslında böyle bir savunma sistemi; ama abartmamak lazım. İnsanlara bir şans vermek lazım.
Beni yoruyor aksi halde. Birilerini sevmemek çok yorucu bir şey, hiç çekilmiyor. Bulunduğun ortamı da aynı şekilde. Bunu sadece insanlar için yapmıyorum. Hayat için yapıyorum aslında. Tamamen tipleştirmiş, kendimi uzak tutmaya programlamış, denemeye çekinen bir halde...
İşte ileriki yaşlarımdan beklentim, bu tip streslerden uzak durmak, insanları sevmek. Yapmacık olmadan, sevmediğimle de mesafeyi tutturabilmek...
Biliyor musunuz? Sanırım bu aralar başarıyorum bunu. Önce bir dinliyorum karşımdakini, ölçüyorum, biçiyorum. Galiba yavaş yavaş büyüyorum.
Jason Mraz gibi herkesi sevebilmek isterdim. Ama o da benim yaşımdayken, eminim birilerinden nefret etmiş, birilerini görmek bile istememiştim.
Allah'ım nefret ne kötü bir duygu?
'Nefret bir suç.' dedi geçen gün Şevval Sam. Çok haklı. Neden nefret edesin ki? Alt tarafı hoşlanmayabilirsin, kullanmayabilirsin, beğenmeyebilirsin. Ama nefret etmek...
Etmeyin kimseden nefret. Kimse de sizden etmesin. Benden etmesin. Ben kimseden nefret etmeyeyim.
Sanat mesela nefretin odak noktasında. İnsanların zevkleri. Birbirimizin zevklerine hakaret edip, birbirimize hakaret ediyoruz. İçinde emek olmadığını düşündüğümüz şeyleri sevmek günahmış gibi algılıyoruz. Oysa ki, basit şeyler de sevilebilir. Önemli olan yaratıcılık, yorum, anlayış, düşünce. İşin içine emek girdiği zaman, olay yeteneğe dönüşüyor. Yoksa sanat, yeteneklerin yarıştığı bir platform değil, herkesin özgürce aklına gelenleri müziğe, kağıda, duvara, tahtaya ve hatta neye isterse dökebilmesi. Tamamı siyah akrilik boyayla boyanmış bir tuval çok hakaret görüyor mesela bazı kitlelerden, görsün. Onu yapan adamın içinde hissettiğinden kime ne zaten? Hoş, o tabloyu alıp çok uçuk fiyatlara satmasına ben de karşı çıkarım; ama sırf onunla bir düşünce ortaya koydu diye onu 'emek harcamamış' diye yargılayamam.
62'den tavşan çizsem ve o tavşana bütün duygularımı yansıtsam, bir takım çiçek böcek eklesem, siyahlardan kırmızılara renklerle doldursam; işte bu benim özgürlüğüme kavuştuğum an olur. Kaygısızca... Kimin ne dediğini umursamadan...
Sanatta sınır olmamalı, eleştirmenler de kendine yeni iş bulmalılar.
Benden şimdilik bu kadar, hasretle gözlerinizden öpüyorum.



10 Nisan 2012 Salı

Mıncırılmaya İhtiyacım Var

Facebook'ta bir öğretmenim paylaşmış bu yazıyı. Öğretmenler zaten sosyal mecrayı nasihat ve ibret dolu hikayelerle dolduruyorlar; ama bazıları fena olmuyor hani. Bu hoşuma gitti mesela. İhtiyacım olan şeyi buldum.
Bugün anneciğimin doğum günü. Ona hediye olarak, beni mıncırmasını, azıcık aklımı başıma getirmesini isteyeceğim. Bu da sanki bana hediye oluyor biraz; ama çift taraflı yarar sağlarız diye düşünüyorum.
İyi ki doğdun güzel anneciğim, iyi ki varsın! Kıymetini ne kadar bildiğimi bir de Gülse Birsel'in kaleminden gör bakalım!

'Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip "Yatınca geçer"di, başın ağrıyorsa "Çocukların başı ağrımaz" denirdi, uykun kaçıyorsa "Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün" şeklinde konuhalledilirdi!

Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya, "Tembel"din ya "Yavaştan, sağlam sağlam öğreniyor"dun! Hüzünlü bir çocuksan "Yazar olacak herhalde" derlerdi, yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun.
Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar.

Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk 'astım başlangıcı', okuma yazmayı zor söküyorsa 'disleksik', hüzünlüyse 'depresif', aşırı hareketliyse 'hiperaktif' diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler!

O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular?
Emo!
Emo ne?
Hani beş-altı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse'li, siyah ojeli ergenler var ya...

Taksim'de kaldırımlarda filan oturuyorlar.
Aha onlar Emo!
Emo kelimesinin emotional'dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor. Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!

HERKESİN KEYFİNİ KAÇIRDIM

Ay kıyamaam!
Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım daha dünyada yokken 10 gün emo takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz tatilinde, evin o köşesinden bu köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım.
Saçımı taramadım, denize gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim. Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir akşamüstü, balkonda otururken annem "Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım aaa..." şeklinde pedagojik bir açılım yaptı.

"Sıkılıyorum... Hayat çok anlamsız" cevabımın üzerinden sanırım birkaç saniye geçmişti ki, acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım. Annem, her Türk annesinin uzmanı olduğu 'mıncırma' hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmiş ti.

Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse, ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir. Tercihen bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir!Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle,yüzünü yüzüme yaklaştırarak : "Alırım ayağımın altına" diye başladı ve:
"Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsanda git bakkala evin alışverişini yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi yallah..." şeklinde bitirdi!

NE DERDİM KALDI NE DE TASAM

Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir.
Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu. Mıncırma sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo'luğum o gün bitti, bu yaşa kadar da hep mutlu mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin sokakta bira içen, gelen geçenden ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi sırtındaymış gibi davranıp, bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo'larının başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo...
Muma dönerdi hepsi! Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek herifler ibir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin!
Ülkenin gençlerine bak.

Gelecekten çok umutluyum çok.'

Gülse BİRSEL

9 Nisan 2012 Pazartesi

Bahara Mektuplar

Hava çok kararsız bugünlerde; ama bahar geldi. İnsanlar sokağa çıkabildi artık. Sanki bir sinema çıkışı her yer, her yerde yeni bir konser var. İnsanlar gülmeye başladı. Neşelendiler.
Kupkuru toprakta çimen, dallarda çiçek kokusu... Renk geldi her yere.
İki sokak çocuğu vardı yolda birkaç hafta önce. Boyunlarında kir pas birikmiş vaziyette, bozuk Türkçeleriyle insanlardan yol tarifi almaya çalışıyorlardı. Onlar da gülüyor mudur acaba şimdi? Yine insanların arasından sıyrılıp, bilinçsizce yaşıyorlar mıdır hayatlarını?
Canları oyuncaktan önce yemek istiyordur mutlaka. Bahara da havalar ısındı diye seviniyorlardır. Aşık olacakları için, tatile girecekleri için değil... Daha fazla titremeyecekleri için.


5 Nisan 2012 Perşembe

COMM 101 ve Öğrendiklerim

'Romantic love is invented by William Shakespeare.'

İnsan haklarıyla ilgili bambaşka bir konu anlatıyordu aslında. Bir anda konuyu değiştirip bu cümleyi kurdu sevgili iletişim hocamız. Tıpkı benim gibi konular arasında alakasız geçişler yapıp, dersin sonunda afallamamıza neden oluyor. Dedi ki, Shakespeare'den önce pahalı hediyeler, sevgililer günü, çiçekler ve böcekler yoktu. Aşk saf ve derindi. Birini gördüğünüz zaman ne yapacağınızı şaşırıyor, deliye dönüyordunuz hepsi bu. Romantizmin tanımını Shakespeare'in değiştirdiğini söyledi.

Burada konuyu aşka getirmeyeceğim, merak etmeyin. Çünkü artık duyguların kalıplara sokulmasından, basitleştirilmesinden ve hissedilmemesinden bıktım. Ben de bu söylediklerimi yapma hatasına düşmeyip, samimiyetsiz bir hava yakalamaktan kaçınmak niyetindeyim.

Değineceğim konu şu:

Shakespeare olmadan önce, beynimizde birine çiçek vermek acaba doğal bir içgüdü müydü? Yoksa bütün bunlar, zamanla gelişen geleneklerle mi gelişti? İlk insan, acaba karşısındaki diğer ilk insana (ikinci insan oluyor herhalde) çiçek vermiş midir? Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi?

Çok ilginç. Ne kadar karşı çıksam da, içimde bir yerlerde bana mücevher alınsa 'Harika!' diyecek bir kitle var. Çiçek zaten çok hoş.

Ama mum ışığı?

Düşünsene, daha elektrik yok. Her yer zaten mumla aydınlatılıyor. Mum ışığında yemek yemek bir ayrıcalık mı? Değil. O zaman neresi 'romantik'?

Algılar çok ilginç... Mum ve ışık kelimeleri bir araya gelip 'mum ışığı' öbeğini oluşturduğunda bile insanın içi ısınıyor. Ne acayip.

Demek ki, bu tip aşksal düşüncelerin çoğu toplum dayatmaları. Dayatma da çok sert oldu ama başka kelime bulamadım doğrusu. Kimsede olmayan bir şeye sahip olmak, elitlik, marjinallik, modernlik her dem moda imiş. Shakespeare de bu dönemin en güruh romantiği imiş.

Ne hoş.









1 Nisan 2012 Pazar

P.V=n.R.T

"Bütün soruların cevapları bir köpeğin bakışlarında gizlidir" - Franz Kafka

Köpeklerden zaman zaman korkan biri olarak, ben bile katılıyorum bu söze. Biz insanlar, o kadar bencil ve hainiz ki, bazen kendimden korkuyorum. Kendimden soğuyorum. Felsefe derslerinde, idealist öğretmenler sorar ya 'Hayvanlardan farkımız nedir sizce? Bir düşünün.' diye. Hep benzer cevaplar verilir; düşünebilmemiz, konuşabilmemiz, ellerimizle bir şeyler yaratabilmemiz...

Ama bence cevap 'ego' olmalı.

Prestij ve gurur, en saf duygularımızın bile önüne geçebiliyor. Bize fayda sağlamayan kimseyi hayatımızda tutmuyoruz. Tutsak bile, gereken değeri vermiyoruz. Bizi sevdiğini göstermiyor, bizi okşamıyor diye. Bir köpek bence bunu yapmazdı. (Kedileri bilemeyeceğim gerçi, onlar değişik bir mizaca sahip. Ama onlardaki bencillik, asaletlerine yakışıyor.)

Bazen biz de saf oluyoruz, bizi sevdiğine ve koruduğuna inanıyoruz birilerinin. Değer veriyoruz, hayatımıza alıyoruz. Sonra gün geliyor, unutuluyoruz. Bunu fark ettiğimiz ansa, karşımıza yine o kocaman egomuz çıkıyor: 'Sen bunları hak etmedin.'. Tamam, bizi korumaya çalışıyor olabilir; ama bizi engelliyor ve duygularımızı bastırıyor.

Yürürken çok sevimli bir sokak köpeği gören iyi bir insan, onu görür, okşar, sever ve gündelik hayatına devam eder ya... O köpek sadece o andan mutlu oluyor. O insan oradan uzaklaştığında, içten içe 'Bak gördün mü, unuttu seni, başka köpekleri sevecek.' demiyor. Havlıyor, kuyruğumu sallasam ellisi diyor, yoluna devam ediyor. Bence en öz iletişim şekli bu. Biz işin içine başka şeyler karıştırıp hırslanıyoruz sadece. Sonra bu hırsla attığımız her adım, yerde kocaman birer delik açıyor ve biz dönüp yürüdüğümüzde yerin dibine giriyoruz.

Çok yorucu çok... Bütün samimiyet ve inanç kaybolduğunda, karşındaki insandan hala seni sevmesini istemek (ve bazen asla sevmeyeceğine emin olmak) çok yorucu. Ama istiyorsun işte, kendini nasıl engelleyebilirsin ki?

Şu en saf sevgi, koşulsuz ve şartsız sevgi diye adlandırdığımız şey var ya, en sağlıklısı o... Ailenle olduğu gibi, en yakın dostlarınla olduğu gibi... Deneysel ortamda sürtünmeleri ihmal edip, idealleştirilebileceğimiz sevgi işte o. O en kutsalı ve o, senin neyi istediğine karar verdiren. Kendini neye layık gördüğünü bilmeni sağlayan...

Onlar tarafından ne kadar sevilirsen, o kadar sevmeyi bilirsin.