19 Mart 2024 Salı

Yeniden 23?

Yeni bir blog yazısı yazacakken 23 yaşıma girdiğim ay yazdığım şu şiir (şarkı olacağına çok inanmıştım!) karşıma çıktı. İçim ısındı, masum ve romantik o günlere giderken siz de gelin istedim. Ah Bego’m, üzümlü kekim :)

Garip bir hikayeydik biz
İçine sığamadık
Bu zamanın, bu çağın
Hep kaçtık, tamamlanamadık

Kaçmak çözüm değil,
Gitmek, gitmek..
Koşmak kolay değil
İçimde bir kelebekle

Uçsak ya birlikte
Galaksinin ucra bi köşesine 
Kaysak ya sonsuza
Bi yıldızın kuyruğunda

Haydi gel benimle
Var olan tek şey umut
Binelim üzerine
Gördüm bir bulut

Uçsak ya birlikte
Galaksinin ucra bi köşesine 
Kaysak ya sonsuza
Bi yıldızın kuyruğunda

27 Kasım 2023 Pazartesi

30 Olmadan...

2023 hayatımın en dönüştürücü, en kendimi kaybettiğim ve de en kendimi bulduğum yılı oldu. Böyle dönüştürücü bir dönemden haybeden geçmek istemem, kaydetmek isterim aldığım dersleri. Belki de 20li yaşlara tavsiyeler tadında, belki de kendimi 'merhaba, ben de varım' diye duyurmak adına. En önemlisi de, öğrenerek ilerlemek adına: ancora imparo*

9 Temmuz 2023 Pazar

Yola Devam

Just because you fit somewhere, it doesn´t mean you belong there. ~ - 9GAG

"Just because you fit in, doesn't mean you belong there/Bir yere uyum sağlıyor olman, oraya ait olduğunu göstermez."

İçimdekileri dökmeye kelimelerin yetmeyeceği bir dönemden geçiyorum. Hem koca bir sessizlik, hem de koca çığlıklar aynı anda çıkmak istiyor içimden. Gözlerimi kapatıp açtığım kadar kısa bir zaman diliminde, sanki boyutlar arası bir seyahat etmiş gibiyim. Yeni gözler, yeni bir bakış. 

Hiçbir şeyi sorgulamıyorum. Her şey olması gerektiği şekilde, olması gerektiği zamanda olmuştur, güveniyorum. Banaysa artık başkalarının ne düşündüğünde değil, kendi merkezimde taşıyacağım yepyeni dersler yüklendi. Döngü aynı döngü. Her yaşanılan aynı sırları fısıldıyor: Ne kadar kendin, ne kadar özgürsün? 

Özgürlük ve korkunun bu kadar yan yana, bu kadar iç içe olduğunu anlamak ne hafif duyguymuş. Kendi merkezinden, kendin olarak konuşmak, kendini korumak ne kadar da kolaymış aslında. Bilememişim. Ben kimmişim? Neredeymişim?

Savaşlar vermiş, sevişler geçirmiş, kendinden hep uzakta bir yerlerde sonsuz boşlukta hissetmişim bu vakte kadar. Hepsi bir amaç içinmiş: yeni bir ben yaratmak. 

Pişman mıyım... Bu hala cevabını bulamadığım, belki de hiç bulamayacağım bir soru. Keşke'lerim yoktur keskinliğinde olmadığıma ise neredeyse eminim. 

Benimle benzer yollardan geçtiysen, geçiyorsan, nerede yanlış yapıyorum diye düşünmekten saçlarını yolduğun bir akşam, ne olur satırlarımı hatırla: ne kadar kendinsen, o kadar özgürsün. Kendin olmaktan korkma. Aç gözlerini. Hiçbir yere kendini kaybedecek kadar uyum sağlamak zorunda değilsin. 

Aldığım tüm derslere bin nimet, bin şükürle. Yola devam. 



4 Kasım 2021 Perşembe

Poseidon'dan Öğrendiklerim

Baştan söyleyeyim, Tanrı olan değil; ismi Poseidon olan bir at kendisi. Birkaç yıl önce başlayıp bıraktığım bir binicilik sevdam vardı, bırakınca içimde uhde kalmıştı. 3 hafta evvel derslere yeniden başladım. 3 haftalık bir sürede, kendimle ve dolayısıyla da insan davranışları ile ilgili birçok boyutu fark ettim ve hemen sizlerle paylaşmak istedim değerli okuyucularım:

*Korkunu yenmek için, biraz korkman ve ardından da yüzleşmen gerek.Korkularının %90'ını kendi beyninde üretiyorsun ve asıl üzücü olan bunların %100'ü bir şekilde hayatını ele geçirmeyi başarıyor. İlk başladığım gün, at üzerinde nasıl duracağım konusunda dahi tedirgindim. Bugün ayaklarımı üzengilere geçirmeden bir süreliğine gidebiliyorum. Ama bu hale gelene kadar birkaç ders o korku ile yaşadım. 


*Kafan dalgınsa, "çaktırmıyorum" desen de bir yerlerden enerjine yansıyordur. Hayalet değilsin. Geçtiğimiz haftaki derse gittiğim gün zihinsel ve fiziksel olarak kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Aklım, kalbim başka yerlerdeydi. At da bunu hissetmiş olacak ki, hiçbir komutumu kabul etmedi ve tüm ders sadece yürüdü. Hatta biraz söylendim kendisine ve bana kişneyerek cevap verdi! Yani ne verirsen, onu alıyorsun şu hayatta. Kendi etkinin de farkında ol.

*Yapamamanın sebebi belki de çabalamaman değil; gereğinden fazla çabalamandır. Hep diyoruz ya stres... öyle zor... böyle sıkıntı... Belki de stres olmayı vaktiyle öğrendik diye en basit meselelerde bile kendimizi stres olmaya kendimiz zorluyoruzdur? İlk birkaç ders hocamız "Sık bacakları, ayaklar düz, karşıya baksın!" diye rutin uyarıları yaparken bacaklarımı o kadar sıkmışım ki, ertesi gün yürüyemedim. Bugünkü derste ise gördüm ki çok da sıkmamam; çok sıkmak ile gevşek kalmak arasında bir yerde olmam gerekiyormuş dengeyi sağlayabilmek için. 



*Tabii bu hâle gelmemde 3 haftalık çalışmanın etkisi büyüktür ama, yine de "yapabilirim" demek çok önemli. Bunu kafamda şuna benzettim: Instagram ve özellikle Linkedin'de başarılı olan herkesin her sabah 6'da kalkıp spor yaparak güne başlaması ve ardından da vizyon haritasının önüne geçip hayaller kurması, planlar yapması "gerektiğine" dair bir pompalama var. İşin kötüsü, bunları görüp, asla yapmadığımızı fark edince kendimizi eksik ve geride kalmış hissediyoruz. En azından ben öyle hissediyorum. Bak gördünüz mü, kendimizi nasıl bir kısır döngüye soktuk? 

*E bu kısır döngüden çıkmak istiyorsak da, bu yöntemleri uygulayınca mükemmele ulaşacağız diye bir kural yok. Herkesin kendince bir dengeli alanı var. Elbette hayat konfor alanının dışında. Ama senin konfor alanının dışı ile Elon Musk'ınki aynı olmayabilir. Kendi modelini de en iyi kendin bilirsin. 

*Dizginleri eline almaktan korkma. Bunu tam kelime anlamı ile yaşadım. İlk birkaç ders boyunca eyere tutunuyordum. Yapabileceğime dair zerre inancım olmamasına rağmen, bugün dizginleri ilk kez elime aldım. Korktuğum gibi hiç değilmiş! Ki bu, daha başlangıç... 


Umuyorum ki devamı gelecek. Ben bir sonraki dersimi iple çekerken, sizleri sevgiyle kucaklıyorum. Esen kalın!


Haftanın şarkısı: 

Özdemir Erdoğan - Aç Kapıyı, Gir İçeri


Haftanın Kitabı: Engin Geçtan - İnsan Olmak

2018'de kaybettiğimiz Engin Geçtan'ın bu temel hayat manuelini birkaç yıl önceki ilk okumamda zihnimde yeni pencereler açılmıştı. Bu aralar beni yeniden çağırıyor. Çok bilmiş zihnimizin bize nasıl engeller yarattığını, duygu dünyamızı sadece beynimizle yönetemeyeceğimizi kendime not ettiğimi hatırlıyorum. Bakalım bu ziyaretimde neler alacağım kendisinden. 




3 Ekim 2021 Pazar

Bunları Boşver, Ne Haber Aşktan?

*Son 3 yılda arkadaş çevremde iki kişiden biri Avrupa'ya eğitim ya da iş sebebiyle göç etti. Kalanların içindeki iki kişiden birinin de gitmek için plan yaptığını düşünürsek, gerçekten burada kalan butik bir Y jenerasyonu olacağız gibi. 

*Merkür retrosu diye bir şeyin olmadığına kanaat getirdim. Merkür retrosu sandığımız şey, aslında radyoların dönem dönem bize eski günlerinizi hatırlatan şarkılar çalıp, reklamların eski maskotlarını yeniden şekillendirmesi ve sizin çocukluğunuzu hatırlamanız, eskiden sevdiğiniz bir sanatçının yeni bi dizi çalışmasında sakallarının ağarmış olmasını görmeniz ve size hatırlattıkları... Ne bileyim... Toplumu gezegenlerden çok sözlü, görsel, sosyal medyanın etkilediğini hepimiz idrak ettik herhalde artık. He, bu radyoculara bu gazı Merkür mü, mevsim geçişi mi veriyor, işte onu bilmiyorum.

*Sevgili Teams toplantısından Teams toplantısına koşan okuyucum, şu görsele iyi bak. Ara vermeden yaptığın iki toplantıdan sonra beynin cortluyor. Bir deney yapmışlar. Bir beyaz yaka grubu her toplantı arasında 10 dakika ara vermiş, diğer grup hiç mola vermeden art arda toplantılara girmiş. Beyin dalgalarını incelemek için yaptıkları EEG çekimleri sonucunda, hiç ara vermeyen grubun daha fazla beta dalgası yaydığı tespit edilmiş. Beta dalgası da, Metin Hara okuyucuları el kaldırsın, beynimizde stres, anksiyete ve konsantrasyon bozukluğu ile ilgili dalga. Hani uzun bir günün ardından duvara boş bakıyorsun ya, heh o. Ara ver lütfen. 


*Bunun üzerine düşününce de aklıma Durkheim geldi. Emile Durkheim amcamız, İntihar isimli ünlü kitabın yazarı olan bir sosyolog. Der ki, intihar psikolojik değil; toplumsal bir hadisedir. Bunu da verilere dayalı olarak ispatlar: Sanayii Devrimi'nden sonra toplumda görülen intihar vakası sayısında göz ardı edilemeyecek derecede yükseliş vardır. Ne kadar tüyler ürpertici...


*Peki neden? Bunu da araştırmış Durkheim amca. Sanayii Devrimi'nden evvel insanları bir araya getiren konular daha çok insani değerler odaklı iken, yani insanlar din, aile birliği, vatanseverlik, gibi duygulara direk hitap eden değerler üzerinden bağ kurar iken ve kendi için çizili olan hayatı yaşar iken, bireyleşme ile herkes istediği mesleği, kıyafeti, eşi ve hatta dini seçebilir hâle geldiğinde, insanlığı ortaklaştıran değerler markalar ve teknoloji ile yer değiştirmiş durumda. Yani biz insanoğlu sanayii toplumu olmadan önce birbirimize insani değerler üzerinden benzemeye çalışmak ve toplumda yer edinmeye gayret ederken; şu anda katma değerimizin sonucunu direk göremediğimiz işlerde çalıştığımız, bireysel olarak ne kadar farklılaşırsak o kadar iyi hissettiğimiz bir belirsizlik içerisindeyiz. Cidden kendi kendimize doğamıza ve maneviyatımıza ters bir dünya içerisinde yaşamaya çalışırken, bir de ekonomik sıkıntılar çekmeye başlar isek... Gerçekten üzücü. 

*Depresyon tedavisi olan bir rahatsızlık, bu çok doğru. Ancak depresyonun da kök sebebi dedike bir şekilde yaratılan bu sanal dünyadaki başarılara kendimizi çok kaptırmamız diyor Durkheim amca. Ver elini öpeyim amca.

*Geçtiğimiz haftalarda bütün yaz hayalini kurduğum Efes antik kent gezimizde şunu düşündüm: Antik Yunan, Roma, Hitit, Sümer... Hangi toplum olur ise olsun, ortak değerler ve inançlar mitoloji ile eşleşmiş durumda. Her Antik Yunan kentinde muhakkak sizi karşılayan bir Athena, Herkül, Artemis heykeli, Zeus sunağı, hangi değere ihtiyaç var ise onu sembolize eden tanrıya adanmış bir sunak ya da heykel, bulunur. Bu tüm insanlık için ortak, manevi birleşme noktasıdır, ibadet için kullanılmasını ayrı tutuyorum. Ortak değer olarak, Sokrates heykeli bulundurur mesela aristokrat aileler evlerinin bir köşesinde. Bu her yerde aynıdır. Şimdi ise, global köyümüzde bizi birleştiren, manevi anlamda buluşturan, evimizde hissettiren heykeller neler diye düşününce, aklıma kocaman bir Starbucks logosu geliyor. Sizin ilk olarak neresi geldi aklınıza? 




*İşte bu da böyle bir brain dump köşemiz idi. Yine uzunca bir ara vermişim, ama haftanın kitap & tadımlık musikisini buraya bırakmadan gitmem. 

Haftanın Kitabı: Madeline Miller - Ben Kirke (Yaz tatilimde okurum diye yanıma aldığım, plaj çantamda bir oraya bir buraya gidip gelen emektar kitabım, biriniz alın okuyun da motive olayım okumak için tekrar. Mitolojiye ilgisi olan herkese tavsiyemdir zaten, ben vakit yaratamadığım için okuyamadım bir türlü)



Haftanın Şarkısı: Ege Çubukçu & Pandami Music - Aşktan Ne Haber (Müthiş cover ve mix'leri ile Pandami Music telif problemleri nedeniyle video yayınlayamıyordu ne zamandır. 'Yaz Geldi' ve 'Hey DJ' ile çocukluğumuzun Ege Çubukçu'sunu özlemişiz yahu. Bayıldım. Hikayesiyle dinleyiniz. 



Sevgiyle!



18 Haziran 2021 Cuma

Sürdürülebilirtiyor muyuz?

*Aşılarımızı oluyoruz. O tünelin ucundaki ışık hissi bile iyi geldi sanırım hepimize. 2022 yılında ofislere geri döndüğümüz, sosyal mesafenin azaldığı, kendimize yeni normaller uydurmadığımız ve eski normalimize geri döndüğümüz bir yıl olacağa benziyor. Ama acaba bununla bitecek mi? Harap olmuş bir sistem yüzünden gezegenimizi mahvettiğimiz için yeni salgınlar, kuraklık, vb çevre felaketleri peşimizi bırakacak mı? 

*Bireysel çabalar ile sürdürülebilir yaşama ne kadar katkımız oluyor, bilemiyorum. Ancak şuna eminim ki çevre için bireysel çabalarımızı yerine getirmemek gibi bir opsiyonumuz artık kalmadı. Benim bir tane daha müsilajlı deniz, bir tane daha plastik ile boğulmuş yunus, bir tane daha çöle dönmüş su havzası görecek mecalim kalmadı... Fakat bunlara üzülürken bugün ofiste fark ettim ki, gündelik hayatımda hâlâ karton bardak kullanmaya devam ediyorum. Ben bugün itibariyle termosuma geri dönüyorum. Bununla birlikte kendi kendime sürdürülebilirlik adına yaptıklarımı da paylaşayım. Sizin de eklemeleriniz olursa, ilerleyen günlerde eklemeye devam edelim: 

  • Bulaşıkları makineye koyarken sudan geçirmemeye çalışıyorum. Musluğu açık bıraktığımız her saniye yaklaşık 250 ml su tüketiyoruz. Bu da dakikada 14 litre demek, neredeyse bir damacana... 
  • Bir t-shirt üretmek için 250 gram pamuk ve bu pamuğu üretmek için de 2 bin litre su tüketiliyor. Yani 2 ton su! Bu gerçekle yüzleştikten sonra evdeki t-shirtlerimi saydım ve kendimden utandım. Alışveriş konusunda kendime sınır getirdim. 1 yıl boyunca kendime yeni t-shirt almayacağım. 
  • Poşetler... Yine de vazgeçemediğimi fark ettim. Bez çanta kullanmayanı dövdükleri şu dönemde üstelik.
  • Çamaşır makinesinde toz deterjan kullanma devri artık kapanmalı. Bizim evde yıllardır sıvı deterjan kullanılır, ancak yine de hatırlatmak istedim. 

*Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi'nin tahminlerine göre 2050 yılında dünya nüfusunun %70'i şehirlerde yaşayacak. Peki, bize yiyecek & içeceğimizi kimler üretecek? Yakın zamanda Enya Entegre Yaşam'ın "Balkonda Mini Bostan" atölyesine katılma imkanım oldu. Ben de bu vesile ile ata tohumlar ile salatalık ve domates ektim Nisan ayında balkonumuzda saksılara. Öğrendiğim tek şey: bir tohumun yolculuğu çok uzun ve çok meşakkatli! Sebzelerimi heyecanla bekliyorum... 

*Bağı bahçesi olan arkadaşlarım, organik atıklarınızı atmayın kompost, yani gübre, yapın! Aşağıda paylaştığım düzenek ile tüm organik atıklarınızı doldurarak kendi gübrenizi oluşturun. Verimli bir toprak için 1/3 oranında kompost muhakkak bulunmalı. 




*Yazımı bitirirken, permakültür, sürdürülebilirlik, vb konularda kendimi geliştirmeye ant içtiğimi belirtir ve sizlerle haftanın kitap & müziğini paylaşmak isterim: 


Haftanın Kitabı: Buket Uzuner - Su (Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları serisinin ilk kitabı. Türk-Şaman kültürü, eko & ego ilişkisi ile ilgilenenler için vazgeçilmez bir başucu kitabı)


Haftanın Şarkısı: Burçak Tarlası - Evrencan Gündüz (Evet, türkü gerçekten de burçak tarlasını konu alıyor. Evrencan Gündüz'ün Y jenerasyonu damak tadına çok yakışan yorumuyla dinlemelisiniz.)




Sevgiyle!

11 Haziran 2021 Cuma

Gordon Ramsay ve Sedat Peker bir gün bir bara gider...

*Uzun yıllar üstüne, koca evde kalma sürelerinde dahi elime almadığım gitarımı elime aldım. Kolay olsun dedim, Beatles'tan Let it Be patlatayım. Anacığım, kendimi bir dinledim ki, içimden sürekli ne kadar beceriksiz olduğumu ve artık istesem de bu yaştan sonra öğrenemeyeceğimi söyleyip duruyorum. Eh, ben böyle söylerken tabii ancak intro'yu çıkartabildim. Kardeşim Efe'ye sordum, nasıldı diye, gayet iyi dedi. Bana sorsanız: berbat derdim. Bize bunu yapan şu güzelim zihinlerimizi nasıl temizleyeceğiz arkadaşlar? İçimizdeki Gordon Ramsay kılıklı eleştirmeni nasıl susturacağız? 

*Gordon Ramsay demişken, bugün Kitchen Nightmares'den bir bölüm izledik de böylesine kendini beğenmiş bir ün edinmek nasıl bir his acaba? Bu işten milyonlar kazanınca tamam mı oluyor insan? Ben asla rahat edemezdim mesela. Ama sanıyorum içimi kritik ettiğim kadar dışımı kritik etsem, benden de bir Gordon Ramsay çıkar.


*Uzun yıllardır diş tedavim devam ediyor, iki tur ortodontik tedavi görmüş bir birey olarak bu ay umuyorum lamina kaplaması ile işin en estetik kısmını tamamlayacağım. Sizlerle de görselleri ve süreci paylaştığım ayrı bir yazı yayınlamayı kendime ödev aldım.

*Bu kendime ödev almak da bir kurumsal sözcük. Bana Kant'ın ahlaki ödevlerini hatırlatıyor. Aslında almasam almam, ama bakın kurumuma karşı ahlaklı bir birey olarak ödev alıyorum demiş oluyorsun. 5 yıllık kurumsal hayatımda muhakkak ben de kullanmışımdır, ama daha sade bir dil kullanmaya gayret ediyorum. Zaten kompleks olan konuları bir de süslü dille aktarıp kimseye eziyet çektirmeye hiçbirimizin hakkı yok bence. Sonuçta hiçbirimiz Suits'te oynamıyoruz.

*Az evvelki cümlede 'dil' yerine 'tatil' yazdım. Freudian slip'ler ve benim tatile ihtiyacım vardır.

*İtiraf etmek gerekirse garip bir şekilde çok merakla izlemekle birlikte, Sedat Peker videolarını çok anlamıyorum. Ancak, bir yandan anlamak zorunda olmadığımı düşünürken diğer yandan memleketimizde en azından intermediate bir siyaset bilgisinin şart olduğu gerçeği ile yüzleşiyorum. Bu konuda kendimi geliştirmeliyim. 

*Birkaç aydır yogada başımın üzerinde durma hareketini (Sirsasana) yapmaya gayret ediyorum. En sonunda başardım. Bu hareketin bana öğrettiklerini not etmek isterim:

    - Hemen başımın üstünde durmaya çalıştığım her seferinde sonuç hüsran oldu. Harekete önce yarım duruş ile başladım. Yeni çıkılan her yolculuğa bebek adımları ile başlamak gerekli.

    - Duvarda destek ile başladım elbette. Sonrasında duvardan kendimi ayırarak denemeler yaptım. En sonunda yapabildim, ancak sayısız kez takla atıp yere düştüm-hatta bir keresinde belimi incittim! Her şeyin bir zamanı var, eğer hazır hissetmiyorsam kendimi hiçbir şey için zorlamamalıyım. Başlayana kadar daha çok hazırlık yapmalıyım.

    - Hareketi şu anda yeniden yapmak istediğimde, her ne zaman 'çok istersem' ve kendimi 'aşırı' itersem, düştüm. Aksine her ne kadar 'olacaksa olur, olmayacaksa da boşver...' dediysem o zaman ayağa kalkabildim. İçindeki Gordon Ramsay seni mükemmele itmek için var elbette, ama sınırlarını zorlamasına müsaade etme. 

    - Son olarak, hareketi yeniden denediğim şu sıralar arkamda bir puf, duvar, tutan insan, vb olduğunda; oradan fiziksel kuvvet almasam dahi daha dik ve daha güzel duruşlar yapabiliyorum. Bu en büyük öğrenim bence, birlikten kuvvet doğuyor. Fiziksel olarak temasta olmasam dahi, o duvardan, ellerden manevi bir güç ve güven hissi doğuyor; konfor alanı her zaman kötü bir yer olmayabilir. 




*Ah, bir de şu 'zehirli pozitiflik', sürekli iyi olmak zorunda hissettiriliyoruz kendimizi sosyal mecralarda. Herkes konfor alanının dışında, start-up'ını kurmuş, bir yandan da her gün mutlu olmalı gibi. Bir de üstüne herkes de mutlu ve başarılı hallerini paylaşıyor bu mecralarda haliyle. O mutluluğa gelene kadar ne kadar gözyaşı döküldüğü, o başarıya gelene kadar kaç şirket batırıldığı... Bunlar bahis bile değil. Eh, dolayısıyla biz de her şeyi 'anında' yapılabilir zannederek, kendimiz deneyip de ilk seferde başaramayınca içimizdeki Gordon reis 'f*ck you a**hole!' diye çemkirmeye başlıyor. Ama baksanıza, benim belim kırılıyordu diyorum size basit bir yoga duruşunda, emek diye bir şey hala var ama görünmez oldu maalesef. Bunu birbirimize hatırlatmak boynumuzun borcu sevgili Y ve Z kuşakları, 40 yaş altı okuyucularım... Burayı tekrar okuyun lütfen... 

*Son olarak, blogumda bir temizlik yaptım bu yazıyı yayınlamadan evvel. Ki birkaç yıl önce de temizlik yapmıştım; bazı 'çocukça' yazılarımı sildiğimi düşünüyordum. Şimdi de sildim, bolca Jason Mraz sildim. Buradan kendisine seslenmek istiyorum, o son live konser ile beni çok üzdü. O son albüm olmuş mu be abi... Bir de dünya para verdim live izleyeceğiz sonra chat yapacağız diye, meğer önceden kayıtmış! Süslü Jaasoonn... Tek ayak üstü cezası sana yoklamada haftaya sa-ya-cam!